Güncel

KÜÇÜK BURJUVANIN BÜYÜK SEVDASI

Hizmet sektörünün genişlemesi, dolayısıyla çeşitli katmanlarıyla birlikte “orta sınıf”ın da genişlediği iddiası kimi itirazları da beraberinde getirdi. Sanayi proletaryasının emekçi sınıflar içindeki nicel oranının azalmasının onun tarihsel öncülük potansiyelini boşa düşüreceği korkusundan olsa gerek, işçi sınıfının kapsamına dair telaşla yeni bir söylem dolaşıma girdi. Buna göre artık büyük burjuvazi dışında kalan herkes proletaryanın bir parçasıydı. Sınıfsal konum gelire göre değil, üretim araçları ile olan sahiplik ilişkisine göre belirlenirdi. “İşçi deyince neden aklınıza sadece kol emekçileri geliyor, ücretli çalışan herkes işçidir” türünden söylemler hızla popülerlik kazanmaya başladı. Ancak tüm bunlar marksizmin vulgar bir yorumundan başka bir şey değildir.

Bu söylem sıklıkla Komünist Manifesto’da küçük burjuvazinin bir gün ortadan kalkacağına yönelik ifade ile gerekçelendiriliyor. “… modern sanayi geliştikçe, bunlar modern toplumun bağımsız bir kesimi olarak tamamıyla yok olacakları ve manüfaktürdeki, tarımdaki ve ticaretteki yerlerinin denetçiler, kahyalar ve tezgahtarlar tarafından alınacağı anın yaklaşmakta olduğunu da görüyorlar.”[1] Günümüz kapitalist üretim ilişkilerinde sanayi proletaryasının toplam emek gücüne oranı nicel olarak azalsa da,  üretim çarkı içindeki nitel potansiyeli gücünden pek de bir şey yitirmiş değildir ve küçük burjuvazi -ya da pek sevilen adıyla orta sınıf- çeşitli katmanlarıyla nesnel olarak varlığını hâlâ sürdürmektedir. Bir gün elbette tamamen tasfiye olabilir ancak henüz böyle bir sınıflar kompozisyonu ortaya çıkmış değil. Yine Marx’ın işçiyi “geçinmek için emek gücünü satmak zorunda olan kişi” olarak tanımlaması da tüm ücretlilerin kabaca proletaryaya dahil edilmesi için bir dayanak olarak kullanılıyor. Tüm bu el çabuklukları, marksizmi bir düşünme ve kavrayış yöntemi olmaktan çıkarıp, duruma göre kullanışlı alıntıları çekip çıkararak “kutsal vecizeler toplamı”na indirgemek anlamına geliyor. Zira Marx işçi sınıfının devrimci potansiyeline dikkat çekerken salt ücretli olmalarından yola çıkmaz. Marx’ın proletaryada devrimci öncü potansiyel görmesi onun sömürünün en dolaysız ve çıplak hâline maruz kalması ve artı-değer üreten “üretken emek” kategorisinde olmasından gelir. “Üretken olmayan emek” ise artı-değer üretmez ve doğrudan üretimle değil, ürünün pazarda dolaşıma girmesi süreciyle ilgilidir. Beyaz yaka diye tarif edilen “üretken olmayan emek” kategorisindeki emekçiler için sömürü çoğu zaman mistifiye edilmiştir ve beyaz yakalıların olası bir genel grevi de üretim çarkını sekteye uğratacak güçten yoksundur. Çünkü bu kapsamdaki işler pazarda doğrudan artı-değer yaratan üretime değil, bu ürünlerin dolaşıma girme sürecine, pazarlama, satış, tanıtım, finansal organizasyon gibi aşamalarla ilgilidir. Ancak sözgelimi liman, demiryolu ya da metal işçileri olası bir genel greve gittiğinde bu kapitalist üretim çarkının adeta askıya alınacağı, yaşamın kilitleneceği anlamına gelir. Demek ki aslolan emek gücünün üretim çarkı içindeki nicel değil nitel konumudur. Bu beyaz yakalıların sömürülmediği anlamına gelmez. Üretimi felç edecek kilit taşı konumunda olmadığı anlamına gelir.

Öte yandan sınıfsal konum elbetteki gelire bakarak belirlenmez. Ancak gelir, sınıfsal konumun göstergesi olarak, bir neden-sonuç ilişkisinin somutlaşmış hali olarak belirir. Eğer bambaşka emek süreçleri, yaşam standartları ve gündelik alışkanlıklar içindeki sözgelimi bir reklamcı ya da mimar ile bir depo işçisini “hepsi ücretlidir o hâlde hepsi işçidir” diyerek aynı kategoriye atarsanız günün sonunda gerçek ve yakıcı çelişkilere dair hiçbir şey söylememiş olursunuz. Kuruma ve çalışma düzenine dair karar verme yetkisine sahip bir beyaz yakalı hangi sınıfın çıkarlarını savunur? Sermayeden pay alan bir ceo ya da onun nesnel ajanı gibi iş gören bir müdür, dev şirketler için çalışan bir tasarımcı ya da mimar, emeği ile nasıl bir ilişki içindedir? Emtiaya dönüşecek bir ürün ortaya koymak yerine, bu ürünün dolaşıma girmesi sürecine katkıda bulunmaktan ibaret olan bir konum nasıl bir yabancılaşma süreci ve kişilik açığa çıkarır? Bir bankacı, mühendis, öğretmen, bürokrat, reklamcı ve diğerleri… Bunların hepsi gerçekten de ücretli çalışandır ve üretim araçlarının sahipliğinden yoksundurlar. Ancak düşünme biçimleri bir işçininki ile nadiren örtüşür. Hatta işçi sınıfı içinde bile çeşitli katmanlar vardır ve bunlar homojen biçimde aynı “devrimci öncü potansiyeli taşıyan proleterler” olarak ele alınamaz. Eğer asgarî ücretle çalışan bir tekstil işçisi ile onun beş katı maaşla çalışan uzmanlaşmış otomotiv işçisinin aynı sınıfsal katmana ait olduğunu düşünüyorsanız, proleter şuur içinde “işçi aristokrasisi” kavramının yarattığı tahribatın da üzerini örtüp yadsıyorsunuz demektir. Evet, sınıflar gelir durumuna göre değil, üretim çarkındaki konumuna göre belirlenir. Tam da bu yüzden o konumu doğru tasnif etmek gerekir. Bu bağlamda, sınıflar tasnifini Poulantzas’ın da başvurduğu üzere “üretken emek” ve “üretken olmayan emek” ayrımı üzerinden yapmak günümüz kapitalist toplumunda daha isabetli ve yol gösterici bir yöntem olarak görünüyor. Zira emekçi sınıfların kompozisyonu çarpık biçimde tasvir edilince hakikat de bükülmüş olur. Hangi çelişkilerin hangi yabancılaşma süreçlerini ve kişilikleri doğurduğu, hangi potansiyelleri ayaklandırıp hangi marazları çoğalttığı bulanıklaşır.

Dolayısıyla denilebilir ki; küçük burjuvazi/orta sınıf, salt ideolojik olarak değil, nesnel bir ara sınıf olarak da hâlâ varlığını korumaktadır. “Üretken olmayan emek/küçük burjuvazi/orta sınıf” adına ne dersek diyelim, bu ara sınıfın kendi gibi arada kalmış ideolojisini, “tüm ücretliler işçidir” argümanıyla toplumsal mücadelenin her zerresine sinsice zerk etme girişimi, tam da orta sınıf kişilik özelliği olan “kendini merkeze koyma” hezeyanının sonucudur. “Orta sınıf solculuğu”nun ideolojik hegemonya manevrasıdır. Bu, kendi gerçekliğine abartılı yaklaşma alışkanlığıdır. Tipik bir küçük burjuva semptomdur.

Küçük Burjuva Kişiliğin Marazları

Küçük burjuva bir gün sınıf atlayacağı umuduyla yaşar. Kendisini, öykündüğü burjuvazinin zenginlik ve ayrıcalıklarının müstakbel taşıyıcısı olarak görür. Sözümona pek eşsiz yetenekleri ve kişisel performansı sayesinde dikkatleri çekip terfi ya da daha iyi bir iş kapabilecektir. Kendini kolektif emeğin bir dişlisi olarak değil, rekabetçi ve kariyerist kaygılarla kişisel olarak sivrilip yükselecek itaatkâr bir şirket muhafızı olarak görür. Kendi biricikliğine duyduğu sonsuz güven onu, kişisel deneyimlerinin hakikatin ölçütü olduğu yanılsamasına götürür. Toplumda görece daha iyi bir statüye sahip olması, kültürel alışkanlıkları ve zevkleri ile kendisini daima işçi sınıfından ayırır. İşçi ona kendisinin bir gün düşebileceği olası konumu hatırlatır. O kabustan kaçmak için durmadan kendisine kimliksel sınırlar çizer ve trendlerin peşinden sürüklenir. Küçük burjuvanın görüşleri “özgün”, değerli ve bilinçlidir. Propaganda makinesinin üretiminden çıkmış en sığ basmakalıpları bile “aydınlanmış, farkında ve ideal yurttaşın değerli fikirleri” olarak anında benimser. Cahil, pejmürde ve kaba saba işçiler gibi değildir, trendleri ve dünyayı takip ederek kanaatlere varır. Küçük burjuva kendisine sevdalanmıştır. Onun arzuları, toplumun arzularıdır. “Kamuoyu” kendisidir. Toplumsal vicdanı o temsil eder. İnsanlık adı verilen soyut özne onda cisimleşmiştir. Kendisini buna inandırmıştır. Onun ahlakı ve doğruları doğal gerçekliktir. Normal olan odur. Onun normları hakikatin normudur. İşçi sınıfı ise normdan sapma, terbiye edilip ehlîleşitirilmesi gereken bir bozukluktur. İşçi sınıfının zevkleri ve alışkanlıkları daima bir alay ve tiksinti nesnesidir. Ancak bunları yağmalayıp sterilize ederek kendine mal etmekten de geri durmaz. Ne de olsa her şey onun içindir. İşçi mahallelerindeki gençlerin sokak jargonundan dinlediği müziklere, sosyal medya kullanımından duygulanım biçimlerine her şeyi alaycı bir filtreden geçirerek yeniden kadrajlar ve kendisi için kabul edilebilir hâle getirir. Kötü ve süfli olanı yeni bir bağlamda çerçeveleyerek onu “kasıtlı kötü, bilinçli kalitesizlik” konseptinde yeni bir orta sınıf trende dönüştürür. Arabesk hâlâ kötüdür, underground rap kültürü hâlâ kötüdür. Aşk acısını anlatan duvar yazıları hâlâ kötüdür. Ancak küçük burjuvanın bilinçli ve eğitimli gözünün filtresinden geçirilerek, o cehaletin kefareti ödenmiştir. Artık hepsi birer eğlence nesnesidir. İçindeki “bayağılığı”, sıradanlığı ve “düşüklüğü” utanç duymadan, havalı biçimde dışavurmanın yolunu bulmuştur. İşçi sınıfının kültürel örüntülerini bağlamından söküp kopuk kopuk birer fragmana dönüştürerek komikleştirir. “Bunları kullanıyorum ama merak etmeyin, ne kadar berbat olduğunun farkındayım. Her şeyin bilincindeyim!”. O asla külyutmaz. Her şeye uyanmıştır. En yüksek duyguları o yaşar. En derinlikli fikirler onundur. En büyük hassasiyetlere o sahiptir. Güç olmak yerine, güce yaslanarak güçlü hissetmek ister. Bir davaya inanmışsa sadece onun zaferlerini sahiplenir. İlk bunalım ve kriz günlerinde, en ufak belirsizlik ve sisli havada hemen sırtını dönerek saflardan uzaklaşır. Rüzgar tekrar dönünce o da dönecek ve davasının en radikal neferi olarak gururla ve herkesi ezip geçerek en ön saflarda yer alacaktır. Çelişkilerin yoğunlaştığı dönemlerde devrimcileşme potansiyeli de taşıyan bu sınıf bir o kadar da gerici tortu ve potansiyeli bünyesinde barındırır.

Kapitalizmin ideolojik yeniden-üretimini bu kendine aşık, dünyanın ve tarihin kendi etrafında döndüğüne inanmış, güç neredeyse oraya sürüklenen, öykünmeci, rekabetçi, kendi biricikliğine ve aklına duyduğu sonsuz güven ile başı hoş olmuş, sınıflı toplumun değerlerini “normal insan” değerleri olarak özümsemiş bu parazit kişilik sürdürmektedir. Ve tüm bu kişilik marazları gökyüzünden düşmemiştir. Nesnel bir sınıf olarak küçük burjuvazinin emek piyasasındaki konumu ile doğallığında şekillenir. Dolayısıyla karşı karşıya olduğumuz büyük hile, bu ara sınıfın ortadan kalkıp proletaryaya dahil olduğunu ileri sürerek onun ideolojisini de sol mücadelenin doğal ideolojisi olarak meşru kılma çabasıdır.

Zozan Xebatkar


[1] K. Marx-F. Engels, “Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri”, Sol Yayınları, On İkinci Baskı, 2018, s. 145-146.