
Abdullah Öcalan’ın Perspektif metni, kamuoyuyla paylaşılmasından bu yana geniş bir ilgi, tepki ve tartışma silsilesinin kıvılcımını da ateşlemiş görünüyor. Üzerine ölü toprağı serpilmiş kimi siyasal çevreler bile birden yaşam enerjisini toplayarak çarık çürük de olsa iki çift laf etmek için birbiriyle yarış hâline girdiler. Avrupa, Latin Amerika ve ABD’deki çeşitli çevrelerden destek, ilgi ve olumlayıcı değerlendirmeler gelirken, Türkiye’deki kimi sol çevreler refleksif, aceleci ve tarihsel düşmanlıkla bilenmiş irrasyonel ve gülünç tepkileri peşi sıra ortaya döküyor. Birkaç istisna dışında tamamen vulgarca çarpıtıp karikatürize etme telaşıyla yazıldığı her cümlesinde kendini eleveren, kendi okurunun KÖH’e dönük hıncına fazlasıyla güvendiği için adeta yine aynı okurun zekasıyla alay eder nitelik(sizlik)te tepkiler/metinler/açıklamalar ortalığa saçıldı. Kitapları dokuz farklı dile çevrilen ve dünyanın pek çok farklı yerindeki sol çevrelerin uzun süredir ilgi odağı olan Öcalan için “marksizmi bilmeden eleştiriyor” gibi gülünç bir değerlendirmenin tüm dünyada sadece Türkiye solundaki kimi çevrelerden gelmesi de oldukça düşündürücü ve analize muhtaç bir konu gibi görünüyor. Kimi zaman O’nu bilmemekle kimi zaman da daha önce pek çok düşünür tarafından yapılan eleştirileri tekrar etmekle suçlayanlar da yine aynı kesimler. Bu ikisi arasındaki çelişkiyi dahi göremeyecek kadar refleksif ve ezberlerle kuşanmış bir kesimle karşı karşıyayız.
Öcalan’ın yıllardır savunduğu, yazıp çizdiği metinleri asla irdelemedikleri, “onun öğrencisiyim” dediği Bookchin’den ise tek satır dahi okumadıkları her argümanlarından âdeta taşmaktadır. Dinî bir vecibeyi yerine getirir gibi, basmakalıp bir görev bilinciyle Marx’ın metinlerini gönüllerince yağmalamakta, eklektik ve keyfî alıntılarla marksizmi sözümona savunmaya kalkmaktalar. Marx’ın tarihsel kavrayışının canına okuyan bir sınıfçılık savunusuyla karşı karşıyayız. “Devlete karşı komün”ü, sınıfsal çelişkiyi reddetmek diye yansıtmak, böyle çocukça bir hileye tenezzül etmek her şeyden önce erdemli ve dürüst bir tartışma olasılığının altını daha en baştan dinamitlemektir. Öcalan’ın sınıfsal çelişkiyi ve mücadeleyi reddettiği, şiddeti “kategorik olarak” reddettiği ve benzeri ithamlar fazlasıyla bükülmüş ve artık tanınmaz hâle gelmiş bir aşırı yorumdan, tahrifattan başka bir şey değildir. Üstelik marksist tahayyülün nihaî amacı olan “sınıfsız ve devletsiz toplum”a dönük bir inşa modeli öneren bir fikre bu kadar düşmanca saldırmak, bu çevrelerin kendi siyasal tasavvurlarında da pek samimi olmadığını adeta ifşa etmiş bulunmakta. Yine de birbiriyle anlamsal süreklilik ilişkisi dahi taşımayan bol alıntılı, eklektik metinlerin arasına başarısızca yerleştirilmiş birkaç dağınık argümanı irdelemek ve kendimizce sisi dağıtmak niyetindeyiz.
Yöneltilen acemice eleştirilerden en çok öne çıkanı kapitalist pazar içinde Komün’ün nasıl ayakta kalacağı, içinde bulunduğu üretim ilişkilerinin nasıl dışına çıkabileceğine dair sorulardır. Bu soruda kristalize olan gerçek, bu kesimin konuya aslında ne kadar da ilgisiz olduğudur. Sığ, kaba ve aceleci bir saldırıya geçip meseleyi karikatürize edelim derken âdeta kendileri birer karikatüre dönmüş, dehşete düşüren fikir tembellikleri sayesinde kendi kurdukları semantik tuzağa düşmüşlerdir. Öcalan Komün derken tekil, birbirinden bağımsız, dağınık, kapitalist pazar ekonomisi içine serpiştirilmiş ve yüzergezer adacıklar gibi bir belirip bir kaybolan hippie komünlerinden bahsetmez. Gündelik/dünyevî bunalımdan kaçış için satın alınan bir toprak parçasında gönüllü bir izole yaşam süren yarı-mistik anarşist tarzdan da bahsetmez. Ya da ilkel komünal dönemin klan yaşantısına dönmeyi salık vermez. Öcalan açıkça “Özyönetim” alanlarında inşa edilecek “komünlerin komünü” olan konfederatif yapıdan bahsetmektedir. İdarî bakımdan otonom olan bölgelerde inşa edilecek çağdaş komünalizmi işaret etmektedir. Bunun için de absürt ve zorlama bir çabayla tersinden romantize edilen varsayımsal bir model uydurup onunla kavga etmek yerine yanı başlarındaki Rojava’ya bakmak nedense bu kesimlerin hiç aklına gelmemekte. Öcalan’ın tarihin uğraklarını çözümlemek için irdelediği ilkel komünal dönemin klan yapısını sanki günümüz toplumları için önerdiği bir kurtuluş modeliymiş gibi ele almak ve bunun için de marksist metinlerden alıntı kolajı yapıp hayalî bir kavgaya tutuşmak olsa olsa gerçek bir düşünme cesareti göstermekten kaçışın yöntemi olabilir. Öcalan’a zaten hiç önermediği bir model atfedip bunu eleştirmek, kendi savlarına dönük özgüvensizlik yaşayan ezberci aklın manipülatif bir hamlesidir.
Kapitalist çark içindeki örneğin bir gıda kooperatifi elbetteki dev gıda şirketlerinin tekelci vesayetinin olduğu koşullarda ayakta kalamaz ve küçük bir ekonomik dayanışma topluluğu olmak dışında siyasal/iktisadî bir işlev taşımaz. Oysaki Komün zaten kendi siyasi egemenlik alanları olan özyönetim altında yapılanır. Bunun anlam kazanması da komünalizm içinde mümkündür. Özyönetimde inşa edilecek Komün kendi üretim ilişkilerine sahip, kapitalist pazar düzeneğinin ve ilkelerinin tasfiye edildiği komünalist bir ekonomidir. Ve her komünün bağlı olduğu kooperatiflerle emekçiler artık kapitalist piyasadaki proleterler değil, birer kolektif üretici olarak varolur. Burada Komün’ü hem idarî hem de toplumsal/iktisadî bir yapı olarak görmek gerekir. Malların pazarda dolaşımı ve değişim değeri meselesi burada açığa çıkmakta ve kendi idarî sınırları ve egemenlik alanları içinde pratiğe geçmiş yeni bir üretim ilişkileri düzeninden bahsedilmektedir. Bu komünalist ekonomidir. Ve tıpkı Rojava Devrimi’nin pratiğinde kanıtlandığı üzere değişim değeri kullanım değerinden fazla olamaz, spekülasyonlarla ve çeşitli güç biriktirmiş odaklar yani dev şirketler, sermaye grubu, mafyatik yapılanmalar ve bürokratik aygıta yaslanan çıkar şebekeleri tarafından manipüle edilemez. Zira bu yapılanmaların doğmasını engelleyecek bir mekanizma daha en baştan tesis edilmiştir. Hatta tüm yapı bunun üzerine kuruludur. Bu durum, siyasal egemenlik alanları dışındaki kapitalist pazarlarla ticareti de engellemez. SSCB’nin kapitalist dünya ile ihracat/ithalat ilişkisinin devam etmesi gibi Komün’ün de benzer iktisadî ilişkileri sürdürmesinin önünde bir engel yoktur. Tüm dünyanın aynı anda kolektivist üretim rejimine geçmesi gibi masalsı bir vizyondan bahsetmiyorsak bu zaten kaçınılmaz ve olağandır.
Burada yapılabilecek rasyonel eleştiriler KÖH’e mesafeli ya da düşman olan kesimlerden gelmediği için gerçek eleştirileri gündeme getirip tartışmak da anlaşılan yine bize düşmektedir. Örneğin kooperatiflerin birbiriyle olası rekabetini önlemek, her kooperatifin kendi çıkarını halkın genel çıkarının önüne geçmesi tehlikesi ve bunları önlemek üzere ortak bir üretim standardı belirleme meselesi tartışmaya değerdir. Rojava’da halkın ekserisi kendi öncü partisini desteklediği için bu sorunlar yakıcı boyutta ulaşmamaktadır. Ancak bunu evrensel bir model olarak öneriyorsak siyasal bölünmenin fazla olduğu herhangi bir toplumda bu meselenin bir sorun olarak ortaya çıkma potansiyelini de tartışmak şimdiden faydalı olabilir. Bürokratik olmayan bir merkeziyetçilik modeli somut koşullara göre tartışılmalıdır. Bize göre; “demokratik merkeziyetçi” komün, siyasal bakımdan atomize olmuş, çok parçalı toplumlar için bir çözüm olarak görünmektedir. Ancak bu kapsamlı meseleyi derinlemesine tartışmak ve Komün fikrini mükemmel formuna ulaştırmak için tüm olası, müstakbel sorunları şimdiden irdelemek başka ve müstakil bir yazının konusu olmaya değerdir. Gerçek ve ufuk açıcı eleştiriler KÖH-dışı sol çevrelerden gelmiyorsa bu işi de yurtsever sosyalistler olarak bizim sırtlanmamız gerekir. Tüm yoldaşları bunun üzerine açık kamusal düşünme/tartışmaya davet ederek bu parantezi şimdilik kapatalım.
Diğer bir karşı-argüman ise; sınıf mücadelesinin reddedildiği ve siyasal mücadelenin belkemiğinin bu olduğu iddiasıdır. Oysaki KÖH sınıfsal çelişkiyi reddetmez, bunu da “devlete karşı komün” tarihsel pratiğinin bir bileşeni olarak görür. Tarihi “sınıfa karşı sınıf” yerine “devlete karşı komün” olarak okumak, ezilenlerin kendi tarihini mantıksal bir dizge ve silsile içinde ele almak demektir. Devlete karşı verilen özgürleşme savaşlarının yanı sıra devlet-dışı toplumsallaşma pratiklerini de bu silsileye dahil etmek mümkündür. Tarihsel süreçteki tüm devinim ve mücadele birikimi, bir zor aygıtına karşı kitlelerin özgürleşme savaşıdır. Topraksız köylülerin isyanları, cumhuriyeti oligarşik zümrenin hizmetine sunmuş elitlere karşı halk yığınlarının mücadelesi, burjuvaziye karşı işçi sınıfının savaşı, baskılanan ve boyunduruk altına alınmış ulusların halk savaşına dönüşmüş büyük direnişleri, hepsi ezen/ezilen çelişkisinin tezahürü olarak zor aygıtına/devlete karşı verilmiş savaşlardır. Çokça öne sürülüp kutsallaştırılan proletarya diktatörlüğünde bile nihaî amaç devletsiz ve sınıfsız komünist topluma geçiştir. O hâlde tarihi bütünsel değerlendirip berraklaştırmak adına bunu “devlete karşı komün” formülüyle rafine edip bu devinim modelini bir düşünme biçimine dönüştürmeyi öneriyoruz. A. Öcalan bu tarihsel ezen/ezilen çelişkisini “devlete karşı komün” modeliyle formülleştirir. Bu sayede halk hareketlerinin yanı sıra devlet-dışı toplumsallık biçimleri de ezilenlerin tarihinin parçası olarak kadraja girer. Bugün için, devletin içinde otonom siyasi/idarî egemenlik alanları kurmak, devleti topyekün tasfiye etmek ya da onun kodlarının altını oyarak yapısal dönüşümünü sağlamak gibi türlü yollar mümkündür. Nesnel koşullara göre, siyasal özne olarak halk hangi yoldan yürüyeceğini mevcut güç dengeleri uyarınca tayin eder. Halk mücadelelerinin tek bir şablona sıkıştırılamayacak kadar çok-katmanlı ve özgün potansiyellerle dolup taştığını tespit edecek kadar tarihsel deneyime sahibiz. Bookchin’in önerdiği ve Öcalan’ın Kürt-Kürdistan meselesine çözüm olarak geliştirip bir üst boyuta taşıdığı model “Komünlerin Komünü” olan Konfederasyon’dur. Konfederasyon bir siyasal egemenlik alanıdır. Ve bağımsızlık fikrini dışlamaz. Otonom ya da bağımsız bir yapılanma olarak kendi adalet, hukuk ve kayıt/arşiv mekanizmasına sahip, kooperatiflere ve halk meclislerine dayalı bir toplumsal örgütlenme modelidir. Teşbihte hata olmaz, her kesimin anlayabileceği biçimde söyleyelim: Bu “devlet olmayan devlet” gibi yapılanır. Ancak bürokratik mekanizma daha en baştan reddedilip siyasal güç, örgütlü toplumun çekirdeği olan komünlere dağıtılmıştır. Rojava Devrimi’nin ruhu ve pratiği bu model üzerine kuruludur. Nesnel koşullar her an bir halk savaşına ve devrime uygun olmadığına göre tarihin her anında ve farklı yerinde/koşulunda bu strateji biçim değiştirir. Yeni bir kamusallık yaratmaya çalışan demokratik hareketler de, Rojava’daki gibi devrimci demokratik halk savaşı veren toplumlar da bu modele içkindir.
Dünyada çağdaş komünalizmin uygulandığı ve savaş, bombalama, ambargo, göç gibi sorunlara rağmen yükseltilmeye çalışıldığı tek yer olan Rojava’ya bakmak bu konudaki zihin sisini dağıtmak için önemli ve şarttır. Devrim’den sonra eski rejimden kalma araziler kooperatiflere dağıtılmış, kolektivizme dayalı üretim ve dayanışmacı ekonomi benimsenmiştir. Heralde bugün Rojava’da bulunan halk meclislerinin ve konseylerinin adı “Sovyet” olsa, kooperatiflerin adı “kolhoz” olsa ve yine aynı düzen söz konusu olsa Türkiye solunun dikkatini farklı biçimde çekecekti. Ancak komünalist model üzerine derin bir sessizlik anlaşması yapılmış gibidir. Yanı başlarındaki sıradışı deneyimi konuşmamak için neredeyse hayalî hippie komünlerini, aşram kolektiflerini, üç bin yıl önceki klanları tartışma konusu yapıp gerçeklerden kaçmak peşindedirler. Asıl konuyu konuşmamak için kalan her şeyi iştahla konuşup, suyu bulandırarak zaman kazanmaya çalışmaktalar.
Bugün Türkiye‘de çağdaş komünalist toplum modeline geçiş şu anki nesnel koşullar ve güç dengeleri uyarınca epey uzak bir ufukta gibi görünmektedir. Ancak tasfiye edilmiş kamusallığı alternatif ve kolektivist biçimde yeniden inşa etmek, devletin faşizan kodlarına karşı halk demokrasisinin basıncını güçlendirmek de aynı ezen/ezilen çelişkisinin farklı bir tezahürü olarak somutlaşır. Tarihin diyalektiği akmaya devam etmektedir. Ve öznel reddiyelere kayıtsızdır. Ezilenler kimi zaman “demokratik halk devrimi” ile kimi zaman oligarşik cumhuriyete karşı “demokratik cumhuriyet” savunularıyla, tarihin her özgün koşulunda farklı bir formla ama hep aynı özgürleşme istenciyle büyük yürüyüşüne devam etmektedir. Hepsi “devlete karşı komün” modelinin farklı yoğunluktaki biçimleridir. Halkın özgürleşme istenci tarihin yasasıyla uyumlu biçimde farklı yoğunluk ve formlarda daima devam edecektir. Ta ki tüm sömürü ve zorbalık çarkı parçalanıp tasfiye edilinceye kadar.
Rojasya Fırat