Faşizm dendiğinde akla çoğu zaman toplama kampları, nazi sembolleri, histerik nutuklarıyla Hitler ve ondan büyülenmiş Alman ulusu gibi imgelerden oluşan bir şablon gelir. Ancak nasıl ki iktidar deyince salt devlet aygıtını elinde tutan politik gücü değil, aynı zamanda yaşamın tüm zerrelerine sızmış, insan ilişkilerini kuşatmış bir düzeneği anlıyorsak aynı şey onun bir biçimi olan faşizm için de geçerlidir. Gündelik hayatı ele geçiren bu mikro-faşist düzenek bir faşizm savunusu şeklinde tezahür etmez. Burada bilinçli bir tercih bile yoktur çoğu zaman. Gündelik faşizm bilincin değil, bilinçdışının konusudur. Kendisini bilinçdışının bulanık ve sisli alanında örgütler. Kendiliğinden işleyen bir makine gibi durmadan kodlar, duygular, anlamlar üretir. Faşizm makinesi… Durmadan çalışarak “gerçekliği” üretip dolaşıma sokar.
Faşizmin burjuva diktatörlüğü olduğu dolayısıyla öznesinin salt sermaye -ve dolayısıyla devlet- olduğu yönündeki kimi ortodoks sol ezberler onun en geniş kitle tabanının neden işçi sınıfını olduğunu açıklayamaz. Kitleler neden kendi nesnel çıkarlarının gereği yönünde hareket etmek yerine, kendi bastırılışını arzulamaktadır? Bu sadece Nazi dönemi Almanyası’na özgü tarihin akışını bozan bir anomali değil, günümüzde de pek çok ülkede karşımıza çıkan, kendini yineleyen irrasyonel bir gerçekliktir. İrrasyoneldir çünkü işçi sınıfı kendi emek gücü ile uzlaşmaz bir çatışma hâlinde olan sermaye ve onun muhafızı devletle aynı hizada konumlanır. Üstelik kendi coşkulu katılımıyla. Kitleler ne kandırılmış masum ve meleksi varlıklardır ne de faşizmin bilinçli ideolog ve pratisyenleridir. Tıpkı atmosfer gibi her yeri ele geçiren tam da bu nedenle varlığını hissettirmeyen bir anlam rejimine doğar, otomatik öğrenme ile onun tüm kodlarını içselleştirip doğal hakikat kabul eder ve bu rejimin duygulanım ve düşünme biçimini devralarak kendilerinin addederler. Bu kusursuz bir düzenektir. Kuşatma nesilden nesile sahiplenilerek aktarılır. Düşünme biçimleri, gramer, refleksler, jestler ve her türden gündelik edim bu anlam ve kod üretme makinesinin ürünüdür. Kendisini barışçıl, saygılı olarak addeden sıradan insanın kriz anlarında, kitlesel faşizan bir histeri anında sıra arkadaşını, komşusunu şeytanlaştırıp doğal hedef gibi görmesi, bir anda gözü dönmüş faşist lejyonere kolayca dönüşebilmesi bu içselleştirilmiş düzenekle ilgilidir. Kitle psikolojisi üzerine çalışmış olan Gustave Le Bon alelâde, uysal ve iyi huylu sıradan insanın tarihin sıradışı anlarında nasıl birer gaddara dönüştüğünü Fransız Devrimi’ndeki Ulusal Konvansiyon üyeleri üzerinden anlatır:
“… en gaddar konvansiyoneller arasında, doğal hâlde iken yumuşak huylu bir noter veya faziletli bir hâkim olabilecek, kendi hâlinde yaşayıp giden burjuvalar dahi vardı. Fırtına geçince, normal hâl geri gelince, bunlar doğal karakterlerini tekrar elde ettiler.[1]
Toplumsal histeri anlarında sıradan insanın kişiliği bir anda esrarengiz biçimde değişmez. Olan şey, bilinçdışı düzenekte halihazırda varolan potansiyelin bilince çıkarak ayaklanmasıdır. Sıradan insanın zihnine gömülü bu nüveler gündelik yaşamda kendini kültür kılığına, dil kılığına, mizah ya da refleks kılığına sokarak doğallaştırıp tanınmaz ya da tolere edilebilir hâle getirir. İnsanların içine doğdukları anlam ve değer kuşatması tüm bunları gerçekliğin sınırları olarak idrak ettirir. Yüzlerce yıllık, birike birike ilerleyen bu yapay gerçeklik evreni artık bir doğal hakîkat gibi alımlanır. Faşizmin bir kitle hareketi olduğunu ve o kitle tabanını da ezici olarak geniş emekçi yığınların oluşturduğu unutulmamalıdır. Bu ne cehaletle ne de kandırılmayla açıklanabilir. Tarih, kitlelerin kendi iradeleriyle ve coşkulu bir tutumla faşizmi desteklediğine tanık olmuştur ve hâlâ da zaman zaman olmaya devam etmektedir. Wilhelm Reich da tam olarak bunu, Alman toplumunun faşist histeriye nasıl kolayca angaje olduğunu irdelemiştir.
“Reich, faşizmi açıklamak için kitlelerin cehaletine veya yanılsamasına başvurmadığında, ve arzuya göre, arzuya dayanarak bir açıklama öne sürdüğünde bir düşünür olarak en etkileyici anındadır: hayır, kitleler aldatılmadılar; belirli bir aşamada, belirli koşullar altında onlar faşizmi arzuladılar, ve açıklanması gereken şey de sürü arzusunun işte bu sapkınlığıdır.[2]
Wilhelm Reich 1932 Almanya seçim sonuçları karşısında irkilip kaldığını söyler. Çünkü yoksullaşan emekçi kitlelerin kendi nesnel çıkarlarına uygun olarak sol partilere oy vermesi beklenirken, aksine, nazilerin yükselişine en geniş kitlesel desteği sunmaları akıldışı ve analize muhtaç bir durumdur. Yoksullaşan kitleler neden nesnel çıkarlarına aykırı davranarak irrasyonel bir seçimde bulunmuştur? Demek ki işçi sınıfı ve orta sınıfın bu tercihinin iktisadi bir gerekçesi yoktur. Kimi kolaycı sol ezberlerin “kitlelerin cehaletleri ya da kandırılmaları” dolayısıyla faşist hezeyana kapıldığını söylemek de durumu anlamaktan uzak bir laf ebeliğidir. O hâlde Reich’a göre bu durum, mantıksal alanın değil, ruhsal alanın, bilinçdışının konusudur. Ve irdelenmesi gereken de tam olarak budur. Çünkü sıradan işçi ne devrimci ne de gelenekçidir. O çelişkili bir benliğe sahiptir. İşçi sınıfına dönük idealizasyonlar gerçekle bağdaşmak zorunda değildir. Akıldışı olanın kökleri yine akıldışı alanda, ruhta ve bilinçdışında aranmalıdır. Ve faşizm sıradan insanın tüm akıldışı tepkilerinin toplamıdır. Reich’a göre faşizm kapitalist tek partili buyurganlığının şiddet ve çeşitli dolaplar yoluyla kendini dayatması değildir. Faşist parti, sıradan küçük burjuvanın irrasyonel ve abartılı coşkusunun örgütlenmiş hâlidir. Sıradan insan kendi çağının değil, kendinden önceki iktisadî düzenlerin düşünme biçimini taşır. Âdeta tarihsel birikimin somutlaşmış hâlidir. Arkaik kodlar bilinçaltına o daha doğmadan ekilmiştir. Bu durumda onun sıradanlaşmış faşizmini güncel üretim ilişkilerinde/iktisatta değil psikanalizde aramak gerekir. Bu arayış sonucu Reich’ın vardığı nokta ise aile, kilise ve diğer kurumlar aracılığıyla bastırılan yaşam enerjisinin kendini çarpıtılmış biçimde faşizm olarak boşaltmasıdır. Orta sınıf ataerkil ailenin mekaniği tam olarak bu çarkın döngüsü üzerine kuruludur.[3]
Ancak Deleuze ve Guattari’ye göre Reich yine de tatmin edici bir yanıta ulaşamaz. Çünkü toplumsal üretim sürecindeki akılcılık ile arzudaki akıldışılığı birbirinden ayrı ele almaktadır. Arzuyu toplumsallıktan koparır. Oysaki akılcı ya da akıldışı, gerçeğin tüm biçimlerini arzu üretir. Arzu ya da arzulama üretimi toplumsal üretimden başka bir şey değildir. Tek bir üretim tarzı vardır, o da gerçeğin üretimidir. Ve bunu da arzu yapar. Üretim ve artı-değer arzunun serbestçe akması ve eski kodların çözülmesi iken, bürokrasi ve baskı yoluyla arzu tekrar kodlanır. Yeniden-üretimin kalesi olan aile kurumunda arzu, anne-baba-çocuktan oluşan ödipal üçgene hapsedilir ve çocuğun üretkenliği kesintiye uğrar. Tüm üretim ve yeniden-üretim süreci arzulama makinelerinin akım ve kesintilerinden oluşur.[4] Demek ki arzu altyapı sürecine içkindir. Ve sürekli yeniden kodlanarak kapitalizme ait tüm gerçeklik biçimlerini üretir. Ve bu kapitalizm öncesindeki toplum formları için de geçerlidir. Her biri kendi üretim rejimine uygun bir arzu politikasına ve gerçeklik üretimine sahiptir. O halde tarihten ve toplumsallıktan ayrı, kişisel bir arzu yoktur. Sıradan insanın eğilimleri, coşkuları, düşünme ve eyleme tarzı hem tarihsel bir hikâyeye sahiptir hem de toplumsal üretim döngüsünün sonucudur. Demek ki kendiliğinden işleyen bilinçdışı düzenek, kişilerden daha büyük, daha güçlü ve daha kadimdir. Onun doğal bir hakîkat gibi algılanma gücü de buradan gelir. Dolayısıyla gündelik, alelâde faşizm kılıktan kılığa girer. Faşizmi ırkçı partide ya da buyurgan kapitalist devlette tespit etmek kolaydır. Mücadele yöntemleri de bellidir. Ancak gündelik faşizme karşı verilecek anti-faşist mücadele daha bulanık ve sisli bir ufuk sunar.
Ne Yapmalı?
Açıktır ki; moleküler düzeydeki bir faşist makineyi parçalamak için yine moleküler bir anti-faşist strateji gerekir. Bilinçdışının dehlizlerindeki anlam repertuvarını bilincin yüzeyine çıkaran kesintisiz bir teşhir, gündelik yaşama sinmiş faşizan kodların konfor ve otoritesini sarsacaktır. Yanı sıra; insan öğütücü aileye karşı demokratik aile modelini ikame etmek yeni demokratik topluma giden yolda kuşkusuz devasa ve ön açıcı bir işlev görecektir. Geleneksel ailenin demokratikleşmesi başlı başına politik bir devrimdir. Çocuklar ve her yaştan insan için alternatif toplumsallığın örülmesi, mahalle, köy, kent, kampüs ve her yerde üretim ve kültür komünlerinin kurulması, komiteler, kooperatifler ile total olarak dayanışmacı kolektivist üretim/yaşam alanlarına dayalı alternatif bir toplum örmek bir ideal olarak önümüzde durmaktadır. Jineolojî perspektifinin salt sorunları tespit edip ötesine gidemeyen yakınmacı oluşumların tarzını aşarak aynı zamanda dönüşüm ve özgürleşme meselesi üzerine yoğunlaşması da moleküler anti-faşist mücadelenin parçası olarak ele alınabilir.

Cinsiyetçi hiyerarşinin tarihsel ve güncel işleyiş biçimini tespit ve teşhir etmek gerekli ancak yetersizdir. Feminizmi salt bir öfke patlamasına indirgeyen ve kadınların yılgınlığın ve karanlık bir gerçekliğin ortasında bırakılmış hissetmesine neden olan bu tarzın aşılması her sınıftan ve katmandan kadın için yeni bir yaşam ve toplumsallık örmek adına kaçınılmazdır. Tüm bunlar yeni bir demokratik toplum örgütlenmesi ve etik-estetik tasavvur inşa etmek anlamına gelir. Bu perspektifteki benzer önerileri, görünmez faşizm makinesine kısa devre yaptıracak anti-faşist strateji kapsamında ele almak mümkündür.
[1] Gustave Le Bon, “Kitleler Psikolojisi”, Hayat Yayınları, Birinci Baskı, 1997, s. 22
[2] Gilles Deleuze-Félix Guattari, “Anti-Ödipus: Kapitalizm ve Şizofreni-I”, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, Birinci Baskı, 2012, s. 48
[3] Wilhelm Reich, “Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı”, Payel Yayınları, İkinci Basım, 1979, s. 64
[4] Gilles Deleuze-Félix Guattari, “Anti-Ödipus: Kapitalizm ve Şizofreni-I”, s. 48-72