
Toplumsal altüst oluş anları büyülüdür. Devrimsel olayın haresi sokakları sarınca eski yaşama ait değerler ve hiyerarşiler geçici süreliğine de olsa askıya alınır. Zamanda bir yarık açılmış ve oradan geçmişin potansiyelleri ayaklanarak maddede çökmek, somutlaşmak ister gibidir. Böyle anlarda eski düşünme ve davranma alışkanlıkları sarsılır. Tarihin akışında bir gedik açılmıştır. O aralıktan fışkıran türlü türlü olasılıklarla yeni özneleşme biçimlerine de imkân tanır. İnsanlar, kitleler yeni bir duyuşun ve deneyimin kucağında yaşama daha önce bakmadıkları bir tarzda bakarlar. Eski paradigma sarsılmıştır. Bu olay, iktidarı ele geçiren bir devrimle sonuçlanmasa bile ürettiği yeni deneyim alanıyla, özneleşme biçimiyle, kolektif değerler ve bellek ile zamanı kat eden bir ruh yaratmıştır. Mayıs 1968 Paris olayları böyledir. Aynı dozajda olmasa bile Gezi’de de benzer bir karakter vardır. Paris ‘68, keynesyen ekonomi modeli ve refah toplumunun çökmeye başladığı, üretim bandında kitlesel/standart/seri üretime dayalı fordizmden esnek ve çeşitliliğe dayalı post-fordizme geçişin gündeme girdiği[1] bir döneme denk gelmişti. Ya da denk gelmenin ötesinde tam da bu değişim dönemine uygun yeni toplumun doğum sancısı olarak tezahür etti. Gezi ise Türkiye’nin küresel kredi bolluğunun nimetlerinden faydalandığı, ekonomik bakımdan görece daha iyi bir döneminde patlak vermişti. Bu Gezi’yi Paris ‘68 olaylarından ayıran sınıfsal karakterin ve uçuculuğun nedeni olarak da görülebilir. Paris ‘68’inde öğrenciler üniversiteleri işgal ederken aynı esnada da işçiler büyük genel grevlerle yaşamı durduruyordu. Gezi’de ise işçilerin daha sınırlı “kişisel” katılımı olduğunu söylemek mümkün. Yaşamı kilitleyen gerçek bir genel grev silsilesi de asla olmadı. Dolayısyla ona rengini veren baskın sınıfsal karakter kentli alt-orta ve orta sınıftı. Talepler ve huzursuzluk “özgürlük, kent hakkı ve demokrasi” odaklıydı. Bu koşullarda patlak veren bu kendiliğinden isyan, kolektivizm ve dayanışma duygusunu öne çıkardı ve buyurgan devlet aygıtının şiddet pratikleri karşısında Kürt halkıyla yıllarca kurulamayan duygudaşlık bağını kurmaya başladı. Halkın özgürlük istencinin, müşterek alanlar yaratmaya dönük iradenin, toplumu anti-hiyerarşik ve kolektivist modelde yeniden örgütlemeye dayalı büyük arzunun zirve yaptığı sıradışı günlerdi. Böyle bir dönemin özneleşme biçimi ise buna uygun olarak halkçı, devlet karşısında toplumun örgütlü dayanışma ağlarını savunan, otorite tanımaz, anti-hiyerarşist, özgürlükçü çizgiye işaret ediyordu.
Günümüze gelirsek… Eylemler birçok şehre yayılsa da İBB’den dolayı Saraçhane’nin bu eylem silsilesinin sembolik mekânı olduğunu söylemek mümkün. Bu nedenle söz konusu sokak hareketini “Saraçhane” eylemleri diye anmak daha uygun olacak. İBB’ye dönük tutuklama operasyonunun başlamasının ardından İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin son derece hedefe odaklanmış, hukuk ve demokrasi talebiyle başlattığı yürüyüşün ardından protestolar zinciri de tetiklendi. Ancak beklenmedik bir şey oldu ve ikinci günden itibaren sokaklara inen Türk-üstünlükçü saldırgan gruplar bir anda eylemi gasp ederek onun doğal gündemine el koydu ve hukuk, demokrasi, halk iradesi, özgürlükler için sokağa çıkmış kitleyi susturarak faşizan ve tecavüzcü sloganlarla tüm protestoları ele geçirip sabote ettiler. Uzun yıllardan sonra ilk kez kitlesel bir kıpırdanmaya dair umut ışığı belirmişken, neo-nazi sapkınlık bir anda eylemlerin üzerine karanlık bir sis gibi çöktü. Tabut, darağacı, pamuk şeker sembolizmine sıkışmış birbirinden süfli mizansenlerle, tecavüzcü sapkınlığın, her türden cinsiyetçiliğin, ırkçılığın kol gezdiği güvensiz ve tekinsiz sokaklara şahit olduk. Kitlesel histerinin ve sapık coşkunun bu derece özgürce, doludizgin salıverilmesi, tüm bu gayrımeşru konsept, tepkisizlik sayesinde meşrulaşmaya başladı. Sol/demokrat kamuoyu tüm huzursuzluğuna rağmen net ve mutlak bir reddiye ortaya koymadı ve çoğunlukla olanları sessizce izleyerek geçiştirdi. Holiganlaşmış taraftar gruplarının taşkınlığını ve lümpenliğini andıran, alt-right propagandanın basmakalıp ezberleriyle zihni kastre edilmiş, etnik Türk kimliğinden dolayı doğuştan üstün haklara sahip olduğuna inanan ve şimdi bu hakların elinden alınacağı söylentisiyle telaşa kapılıp bu “adaletsizliğe” isyan eden sersemleşmiş bir kentli orta sınıf şımarıklığı ile karşı karşıya olduğumuzu gördük. Bu şımarık Türk-üstünlükçü refleks, eski ayrıcalıklarını kaybetme ihtimalinin dahi kendisine yapılmış büyük bir kötülük ve haksızlık olduğunu savunan sahte ve plastik bir mağduriyet anlatısı örmek niyetinde. Sokaklarda rahat yürüyemeyen kadınların, genel oy hakkı son on yıldır fiilî olarak gasp edilmiş Kürdün, kendisine ancak emek piyasasının en vahşi koşullarında yer bulabilen geleceksiz bırakılmış genç kent yoksullarının özgürlük, emek ve kurtuluş şiarının yeri olan sokaklar faşist çetelerce işgal edilmiş durumda. Bu neo-nazi züppelik def edilmeden de halkın yararına herhangi bir kazanım ve mevzi elde etmek mümkün görünmüyor. Aksine toplumsal mücadele tarihimizin büyük ve fedakâr birikimiyle kazandığımız bir mevzi olan sokak, şimdi karşı-devrimci faşizan çetelerin eline geçmiş durumda. Bu gerici duruma müdahale edecek, eylemlerde hegemonik güç haline gelebilecek bir sol irade ise henüz ortaya çıkmış değil. Eylemin dönüştürücülüğüne güvenen, bu gençlerin sokağa inmesinin ne olursa olsun olumlu karşılanması gerektiğini savunan, buradan bir fayda uman garip bir sol anlayışın daha baskın çıktığını gözlemlemek mümkün. Her alan gibi eylem alanının da bir güç savaşı sahası olduğunu ve burada hegemonya savaşı verecek bir öz-güçten yoksun olduğunu henüz tespit dahi edememiş bir sol taassup söz konusu. Tarihsel sorumluluğunu gençlerle tek tek kurduğu diyalogların çıktısına ve “eylemin dönüştürücülüğü”ne havale eden garip bir inisiyatifsizlik hâli. Peki bu çetelerin hâkim söylemi belirlediği bir ortamda adalet duygusu tahrip olduğu için sokağa çıkan, hafif politik, ortalama bir genç nereye doğru dönüşür? Bu faşist çetelerin sokağa inmesinde bir fırsat ve “devrimci nüve” görmek yerine bu çetelere daha en baştan mesafe koyup alandan def etmek, bu mümkün değilse kendi eylemini ayrıştırmak ama muhakkak ideolojik bir mesafeyi ilan etmek yönünde bir inisiyatif kullanılsaydı bu protestoların nicel ve nitel durumu şu an nasıl olurdu diye düşünmek faydalı olabilir.
Dönüşüm Miti
“Eylemin dönüştürücülüğü” diye sarsıcı bir olanak gerçekten de vardır. Ancak bu bir felakete de dönüşebilir. Genel politik kaygıları olan, ideolojik bilinçle kuşanmamış ortalama biri; eylemin atmosferinde hangi eğilim güçlüyse ona doğru çekilecektir. Üstelik bu bilinçli bir tercih olarak dahi gelişmez. Günlere/haftalara yayılmış kitlesel eylemde kişi, kitlenin baskın duygularına nehre doğru akan dereler gibi kapılır ve onunla birlikte akmaya başlar. Bu nehir kirli ve zehirli olsa bile bir akım ve sürükleme kuvveti vardır. Eylemin dönüştürücülüğünü kendi başına saf iyicil ve kurtarıcı bir düzenek olarak idealize etmek, eski güç dengelerinin şablonuna sadık kalmaktan geliyor. Böyle düşünmek artık neredeyse bir alışkanlık, otomatizm ile gelişen bir refleks gibi. Ki bunun da gayet anlaşılır sebepleri var. Zira eylem, protesto, miting ve direniş kültürü dünyada ve ülkede daima sol/demokrat kitlenin verdiği toplumsal mücadeleler sonucunda gelişti. Sokağa, direnişe dair tüm yordam ve usül bu deneyimlerin birikimi olarak kazanılmış bir kültüre ve mevziye dönüştü. Dolayısıyla büyük kitlesel eylemlerin doğal güç dengesinin soldan yana olduğunu düşünmek çoğunlukla da doğruydu. Böyle bir iç dinamiğe sahip eylem elbette ortalama bireyde sol değerlere ve duygulanımlara dönük çekim kuvveti ve dönüşüm yaratacaktır. Peki ya eylemin doğal güç dengesi ırkçı ultra-sağ kutba doğru eğiliyorsa? Böyle bir kitlesel cereyanda eylemin dönüştürücülüğü adı verilen büyülü mekanizmaya güvenilebilir mi? Bunlar, kendiliğindenliğin en tehlikeli olduğu momentlerdir. Huzur içinde kalabalığa bakıp her birinde olası, müstakbel bir demokrat, solcu muhalif görüp umut dolu tespitler yapmak gerçeği karartmaktır.
Kaldı ki burada dönüşüm fikrini göksel, gizemli bir süreç olarak anlamak da başlı başlına yanılgıdır. Bireylerin taşıdığı gerici tortular elbette toplumsal ilişkilerin/çelişkilerin somutlaşmış hâlinden başka bir şey değildir. Bunun farkına varmak dönüşüm yolunda en büyük idraktir. Dönüşüme inanmıyor olmak, tüm toplumsal mücadelelerin de bir anlamı olmadığını savunmakla eşdeğerdir. Ancak dönüşüm, tek tek bireylerde vuku bulacak değişimlerin toplamı demek değildir. Bunu böyle anlamak, tek tek işçileri örgütleyerek bir gün nicel yeterliliğe ulaştıktan sonra devrim yapacağını düşünen karikatür bir sol tasavvura düşmek olur. Oysa aslolan kitlesel bilinç sıçramasıdır ve o da ya tarihsel kırılma yaratacak olayların yeni özneleşme olanakları doğurmasıyla, ya öznel devrimci müdahale ile etkili ve yaratıcı bir eylemsellik ortaya koymakla ya da hanelerden mahallelere kadar ilmek ilmek örülecek dayanışma ve üretim birlikleri/modelleriyle mümkündür. Bunun dışında kitleler kendiliğindenliğin umut verici limanına bırakıldığında o anki rüzgar hangi güç ilişkilerine göre esiyorsa yığınlar da oraya savrulacaktır. Bu toplumun genel atmosferi, devlet aygıtı tarafından bir doğa yasası gibi pompalanan ideolojik doktrinler, gündelik dil, jest, mizah, bir afişteki yönlendirici tasarım, bir reklam sloganı ya da herhangi bir gösterge sayesinde olabilir. Kişi kendini içinde bulduğu bu kuşatmayı “hakikatin doğal evreni” olarak alımlar ve böyle kabul eder. Kitlelerde bilinç sıçraması yaratacak olan sarsıcı, sansasyonel eylemsellik ya da toplumun en küçük birimlerine kadar inmiş, kolektivizm ruhunu diri tutan örgütlenme modelleridir. Tüm bunlar olmadan eylemin büyülü aura’sında gerçekleşen bilinçdışı dönüşüm ancak eylemin hegemonik gücü ezilenler olduğunda olumlu karşılanabilir. Faşist bir cereyanın yakıt ürettiği kitlesel hareketler içindeki ortalama bireyin duyguları da bu yönde örgütlenecek, sıradan biri o süreçten ruhen militanlaşmış olarak çıkacaktır. Demek ki burada belirleyici olan eylemin dönüştürücü gücünden önce, eylemde etkili bir hegemonya savaşı yürütecek güç, irade ve özgüvene sahip olmaktır. Güç asimetrisi faşist cereyandan yanaysa vulgar, lümpen ve ırkçı kitleye bakıp dönüşüm olanakları görerek mutlu olmak gerçeklikten ve yaşamdan kaçıştır. Böyle bir otomatizm ve ciddiyetsizlik de tarih tarafından daima ekarte edilir. Bu tarihin yasası gibidir.
Dolayısıyla Saraçhane’nin yarattığı özneleşme imkânı, sınıflı toplumun en gerici özelliklerini bünyesinde yoğun şekilde taşıyan, yıkmak istediğimiz bir tipolojiye açılıyor. En azından şimdilik… Bu tümörün tüm muhalefeti kalıcı biçimde ele geçirmesi tehlikesiyle yüzleşip anti-faşist şuuru ve cepheyi örmekten başka bir çıkış yolu görünmüyor.
Zozan Xebatkar
[1] Ergin Yıldızoğlu, “Uzun ‘68”, Ayrıntı Dergi Sayı 26, 2018, s. 48